6.12.2010

Postmodern tamirci cinler!?


Elimdeki türlü çeşitli elektronik aletle ilgilenme, bakım yapma, güncelleme vakti geldi de geçiyor...

Fakat feciii üşeniyorum bunlarla uğraşmaya, detayını bilmediğim konularda bir bilene sormaya, mağaza/dükkan gezip ilgili malzemeleri almaya (kartmış, kabloymuş, bilmemne girişiymiş), sonra aldıklarınla cebelleşmeye..

Eskiden üşenmez teknolojiyi takip de ederdim, işimi kendim yapar kılavuz bile okurdum. Ya da etrafta anlayan eden birileri olurdu, gerekirse fikir & yardım alınıverirdi hop diye. Şimdi yaştan mıdır bilmem bir üşenti geldi. E teknik insanlarla da irtibat koptu, herkes işinde gücünde, görüşmek bile zor. Ya da mevcut teknik insanlara danıştığımda fikirleri ben beğenmiyorum, tavsiyeleri bana özgü değil fikir verenin kendine uygun olduğundan:

- Bilgisayarımın kapasitesi dolmuş yahu? Ne aliym nasıl yükselteyim?

- Yenisini al!

- I-ıh. (Aa yapma yaw hiç aklıma gelmediydi?!)

- Laptop al!

- I-ıh. (Laptop insanı değilim, olasım da yok mümkün mertebe)

- Mac al!

- Eeeyyth!!?!

Ben ki ilk okulda emektar 05 kalemini atarken vicdan azabı çeken, öyle ha diyince eskiyen şeyi atamayan, eşyanın parasında pulunda değil manevi değerinde olan, takık bir kişiyim. Direnmeyi bırakıp I-pod alsam bile emektar Creative'im bana "küsmesin" diye arada onu da dinlerim. Artık dinlemeyecek olsam da yerini CD'ye bırakmış kasetlerimi asla atmam. Kaldır koca bilgisayarı at ha?! Yok öyle..

İşbunları yaşar ve düşünürken, şunları da düşünür buldum kendimi: "Yahu ihtiyar ayakkabıcı ve cinler diye bi masal mı vardı neydi? Adam dükkanı kapayınca gece gelip ayakkabıları yapıyodu cinler. Bi postmodrern tamirci cin ekibi de benim eve gelse, geceden sabaha bütün elektronik aletleri tamir etse, güncellese, bağlasa mağlasa ne gerekiyosa yapsa gitse ya.."

Sonra tabi düşünce neredeen nereye dağıldı, tut tutabilirsen beyni: "Ee? Ulen bu masalın devamı neydi? Cinler ayakkabı yapıyodu tamam da, sonra noluyodu? Ana fikri neydi? Du bi gireyim gugıl edeyim."

Girdik baktık, bi halt olmuyormuş. Cinler gelip ayakkabıları yapar, ayakkabıcı zengin olur, masal da öyle bitermiş. Bu ne şimdi? Bu nasıl bir masaldır, ana fikri nedir? "İyi, dürüst ve çalışkan olursanız size de birileri yardım eder" mi? Hoş, masalda ana fikir aramanın manası nedir, zaten hepsi birbirinden saçmadır ve çocukken de sevmezdim (05'imi sever, ruhu olduğuna inanırdım ama masal sevmezdim, ya da düşkün değildim diyelim, evet). Fakat bu masal da bambaşka bir fantastiklikteymiş, yetişkin halimle okuyunca bi irkildim, itiraf edeyim..

Yine de bir sabah uyanıp bütün aletleri düzelmiş, güncellenmiş bulsam hiiç sorgulamam, irkilmem, gayet de mutlu olurum :) Hatta işime geldiği için masala bile inanabilirim. Derim ki demek ben de iyi, dürüst ve çalışkanmışım. Duble mutlu olurum. Hayırlısı bakalım...

Hamiş: Bu yazı da böyle serbest çağrışımlı, saçma dediğim masallardan da manasız, günlük tadında bir şey oldu işte. İdare edin.

25.11.2010

24.11.1991


Hiçbir ölüme bu kadar bozulduğumu hatırlamıyorum.

Üzüleyim mi bozulayım mı onu da bilememiştim ya, yaşı gereği her şeye sinirlenmek zorunda olan bi ergen olduğum için sinirlenmeyi tercih etmiştim sanırım:

- Daha ben seni yeni keşfetmişken nasıl ölürsün be adam?!.. Daha Kırşehir'in yarı züccaciye yarı kasetçi dükkanından Greatest Hits I ve II'yi anca almış, döne döne dinleyip yarım yamalak İngilizcemle şarkı sözlerini çıkarmaya çalışırken... Daha ben büyüyecektim, seni dünyanın bi köşesinde yakalayıp canlı canlı dinleyecektim, tanışacaktım... Hay bin kunduz! Hayyy!!!

TRT'de Pop Saati'nde Bohemian Rhapsody'ye denk gelip de oracıkta çakılıp kaldığım anı unutmam: "Aaaaghh abla ablaaaaağ kooş yetişşş bu kim bunlar kim bu neyyy buuu?!". "Bunlar Queen, bu da Freddie Mercury yavrucum, ayrıca bişey oldu zannettim ne bağırıyosun manyak?!" Ee olmuştu tabi bişey.

Yaşıtlarım kendilerne aşık olacak, sevecek, tapacak, popüler ve genç ve yakışıklı bi şarkıcı/oyuncu/grup vs seçerken ben babam yaşında ama aslında her daim yaşsız & zamansız & mekansız bir muhteşem yeteneğe kilitlenip ööyle kalakalmıştım.. Artık başka şey kesmeyecekti.. Yıllarca başka yönlere evrilip kıvrılsa da müzik zevkim, tam ortasında hep bu adam olacaktı.

Yine o yaşıtlar en fazla birkaç yıl sevecekleri dönemsel "celebrity"leri teker teker unutup, yıllar sonra "hahayy bunu mu sevmişim ööğk" diye gülerken ben hala Freddie hayranlığım zirvede, her 24 Kasımda bir mayhoşlaşacaktım..

İstanbul'da okuyan ablama tek tek tüm kasetleri (hepsi bir anda da değil) sipariş edip, ağır ağır hatmedecektim...

Birkaç sene sonra İstanbul'a taşınınca tüm kasetleri kendim tamamlayacaktım. Pause'a basa basa çıkarabildiğim şarkı sözlerini defterime yazacaktım (internet mi var o zaman?). Bir kaset kapağında bulduğum Queen Fan Club adresine sanki İngiltere kraliyet ailesine yazarmış gibi müthiş bir ciddiyetle, heyecandan öle dirile mektup yazıp üye olacaktım. Bilmemkaç Sterline üye olabilirsin cevabını alınca Fan Club'dan, hayatta adım atmadığım bankaların peşinde "uluslararası havale nasıl yapılır beaaa yardım etsenize" diye çok gizli bi iş çevirir gibi koşacaktım, gizli gizli biriktirdiğim paramla.. :)

Hepi topu üç ayda bir gelen dergilerin en kıyıda köşede kalmış yazısına kadar kırk kere hatmedecektim. "Ay Londra'da şöyle toplandık, aman Freddie'yi böyle andık" diye yazıp duran İngilizlere gıcık olacak, kıskanacaktım. Yine ta Londra'dan gelen o dergilerden birinin Penfriend köşesinde rastladığım Queen fanı bir Türk ile aramızda iki semt olmasına rağmen aylarca mektuplaşacaktım, yine çok gizli bir iş çevirir gibi... :)

Yıllar sonra üniversiteye başlayınca Etimoloji dersinde Freddie'nin kendine soyad olarak seçtiği Mercury'nin Roma tanrılardan aldığı mesajı insanlara ileten bir ulak tanrı, bir nevi çevirmen olduğunu, hatta tarihin ilk çevirmeni sayıldığını, hızlı ve çevik olduğu için civa elementine akışkanlığından dolayı bu ismin verildiğini ve civanın simgesinin tam da HG (Aaaa adımın baş harfleri!?) olduğunu ve benim de çevirmen olmak üzere o sınıfta bulunduğumu zincirleme bir şekilde fark edince dehşete kapılacak, her büyük aşkta olduğu gibi ilahi bir rastlantılar zinciri keşfetmenin mutluluğuyla şaşkaloz gibi sırıtacaktım not tutarken. Sanki rastlantılar zincirinin veya kader ya da evren yahut her ne ise onun çok da umrundaymışım gibi... :)

Bir dönem başka rock gruplarına, flamenkoya, saza, caza sarıp da Queen'i her allahın günü dinlemediğimi fark ettiğimde vicdan azabıyla koşa koşa kaset formatındaki albümlerin CDlerini dizmeye başlayacaktım tek tek, sanki ihmalimi Freddie öteki taraftan görüp de bana küsüyormuş gibi... :)

Gel zaman git zaman hayatı ve insanları ve kendimi daha iyi tanımaya başladıkça, eskiden de anladığım(ı zannettiğim) ama çok da özümseyemediğim(i fark ettiğim) kimi parçaların sözleri ayrı bir çarpacaktı beni, sanki 19 yıldır değil de ilk defa dinler gibi... :)

Artık kazık kadar denilecek yaşta, akranlarım evde oturup dizi izler mangal yapar, "ayy artık kafam kaldırmıyor" diye gece dışarı çıkmazken Queen tribute night'lara (by Cingi) gidecektim, groupie gibi... :)

Eh, madem artık arada sırada iki satır yazasımız da geliyor, bu yazı da kendi kendini böyle bir 24 Kasım'da çıkartacaktı, yazarken her biri benim için ayrı hikayesiyle Queen şarkıları kulağımda, ergen sinirim artık siteme dönüşmüş, ama hala içimde bir yerlerde... Bu kadar erken gitmeyecektin be Freddie.

23.09.2010

Duke Ellington vs Gesi Bağları



The Count Basie Orchestra Şefi Denis Mackrel: Annem hep der ki, evladım asla bir konseri Duke Ellington'dan bir parça çalmadan bitirme.



Yanında oturmakta olan kankanın kulağına eğilen Hij: Annem hep der ki, "o kadar gitar çaldın, tıntıntın flamenkoyla kafamızı şişirdin, bi Gesi Bağları çalmadın eşşek sıpası".

(Histerik kahkahalar...)


> İki satır gibi görünen ama binlerce satır içeren, hayatımın en kısa/uzun yazısı.



"Children begin by loving their parents; as they grow older they judge them; sometimes they forgive them." - Oscar Wilde, The Picture of Dorian Gray

31.08.2010

Dur ihtarı!


Arada bir... Hep değil, sık sık da değil ama arada bir durmalı.

Kendi kendine dur ihtarı vermeli. İhtara uymazsan vurmalı. Sen vurmazsan hayat vurur, bünye vurur, zihin vurur, ruh vurur bi yerden çıkar acısı illa ki. O yüzden bir durmalı, mola vermeli. (Durduğu zaman düşmekten ya da düşünmekten korkmayanlar için sözüm tabii).



Böyle anlarda en sevdiğim diyaloglardan biridir:



X insanı: Hişşş naber napıyosun?

Hij insanı: Duruyorum.

X insanı: ?!?!?!!



Soracak kişi olmasa bile sordurturum bazen, o derece.



(Son çıkılan tatilde, şezlong tepesinde, kitap okunmaz, müzik dinlenmez, yenmez içilmez, yüzülmez, hiçbir şey yapılmaz, ööyle denize bakılırken)

Hij insanı: Hişt! Hadi bana napıyosun de? De, de... Desene?

Seçil insanı: Nabıyosun?

Hij insanı: Duruyorum. Hahahahaaaa :))

Seçil insanı: Haah. Yandı devreler...



Eee işte yanar tabi. Yanmasın, sürmenaj olmasın diye arada bi soğutmak lazım. O kaynama noktasını tespit edip erken müdahale lazım. Yoksa yandıktan sonra toparlamak daha zor. Otoban ortasında su kaynatmış arabayla kalakalmak gibi, ara ki bulasın tamirci...



Sürekli koş koş nereye kadar? Saate bak-hesap yap-plan yap-proje yap-koş-yetiş-koş-gecik-itiş-kakış-dürtükle-dürtüklen-dirsek at-öne geç-atıl kurt!.. Sonra?

Sonrası yok.



Nerede gördüm/okudum/duydum hatırlamıyorum, sahibine atıfta bulunamayacağım affetsin beni ama şöyle bi aforizmaya rastlayıp pek beğenmiştim geçenlerde: "saat takmadan, saati takmadan yaşıyorum".

İşte öyle bi döneme girmek lazım arada bir. En azından bana lazım.



Giriyoruuuum...



Girdim!

16.08.2010

Hayat ve Kırmızı Çay Süzgeçleri


10 küsür sene önce bugün, sabahın 03:02'sine kadar evde tek başına film izleyip, gitar çalıp, keyif çatıp saate bakar "ooh tatil de iyi güzel ama artık uyumalı yahu saat üçü de geçmiş" diye ayaklanırsın. "Ay fazla mı hızlı kalktım yine tansiyon düştü başım döndü" derken anlarsın ki dönen başın değil, dünya...



"Aa deprem böyle bişey demek ki, dayımlar da İzmir'de durmadan sallanırlar, telefonda anlatırlar. Ben de görmüş oldum böylece" dersin saf saf, bu kadarla bitecek zannedersin. 10 saniye sonra son gördüğün şey tavana değen avize olur, o da ikinci değişte söner zaten. Zifiri karanlık ve korkunç bi uğultu & gümbürtüyle durduğun yerde çöker kalırsın. Dolabın yanına mı çökeyim, makinenin yanı mı emniyetlidir, nereye yürüyeyim desen de nafile, 360 derece döner zemin ayağının altında, oturtur seni olduğun yerde..



Ne "daha gencim ölmeyim nolur" demek gelir aklına, ne dua etmek (dua etmek isteyip de hatırlayamamak değil mevzubahis). "Hmm 20 yaşındayım, eh muhteşem bi hayatım olmadı ama fena da değildi şimdi haksızlık etmeyelim.. Demek buraya kadarmış napalım.. Yapcak bişey yok.. Hayır o değil, arkamdan küfredicek sülale.. 'Bak yine burnunun dikine gitti, evde tek başına kaldı, ne ablasına ne teyzesine gitti, inadıyla öldü eşşek sıpa. Evde olmasaydı sağ kalacaktı' diye kızacaklar. Neyse. Öff amma bitmedi sarsıntı bu ne be?! Ee? 5.katla 4. kat inmiştir, sıra bizim katta heralde? Allahtan şort var üzerimde, köpecikli pijamam değil, artık ne halde bulurlar beni bilmem ama kıyafetten bari kurtardık... Şu duyduğum da yan binanın patlayan camları heralde.." diye düşünür durursun 45 saniye, nasıl bi kafaysa...



Çökmeyip sağlam kalan apartmandan komşunun el feneriyle kendini dışarı attığındaysa dünyanın kaç bucak olduğunu görürsün. Filmlerde izlediğin felaket sahneleri halt eder gördüklerinin yanında. Müthiş bi toz dumanı, oradan oraya koşturan yarı çıplak insanlar, koluna yapışıp "allah rızası için yardım edin kaldıralım molozu, ailem içerde" diye ağlayan adamlar, ezilmiş arabalardan fırlamış giden lastikler, başka zaman tampouna sürtünen olsa küfür kıyamet birbirine gireceği yerde arabayla kafa kafaya çarpışıp, camdan kafayı çıkarıp "pardon abi, canın sağolsun, hadi yoluna devam" diye sürüp giden şoförler, ağlayan çocuklar... Sokağın köşede öyle tir tir titreyerek dururken "Hicraaaan" diye bağıran eniştenin sesiyle ayıkırsın. Teyzen çöken yan binayı senin bina zannettiği için bayılmak üzere, nutku tutulmuştur zira.



Teyzeyle kol kola girip nutku tutulmuş vaziyette tıpış tıpış yürür gidersin ordan. Ne kimseye yardım etmeye takatin vardır, ne üç gün önce balkondan selam verdiğin komşu teyzenin cesedini görmeye cesaretin. Ne akıl çalışır ne fikir. Sallantı boyunca bikbikbik çalışan beyin error verir. Ne İstanbul'un şanslı semtlerindeki insanlar gibi "ayy bi ara uyandım deprem oluyomuş, sonra geri uyuduum" diyecek kadar konuya yabancısındır. Ne çok daha fena durumdaki Yalova, Gölcük sakinleri kadar depremzede. Sağlı sollu yıkıntıların içinde, 3 ay önce "şurayı mı alsak yahu" diye pazarlık ettiğin apartmanların çöktüğünü görür, daha da bi titrer, yürümeye devam edersin...



Öyle nutku tutuk,saçma sapan günler geçirir, bi iki eşya almak için eve uğrar, jandarma eşliğinde ve 5 dk müsadeyle koşa koşa kıyafet toplar kaçarsın evinden. Ev sağlamdır ama içi curcuna. Emek emek sakladığın fotoğraflar yere dökülmüş, CD'ler saçılmış, annenin bibloları parçalanmış.. Ancak devrilmiş gitarı düzeltirsin odanda, o kadar. Başka da hiçbir şeyi elleyesin gelmez. Nasıl olsa 3 dakika ya da 3 gün sonra ölmeyeceğinin garantisi yok. Ne gereği var ki eşyaya, anılara bağlanmaya. Birkaç saniye içinde yok olacaksın işte. Sen yoksan fotoğrafın da anlamı yok.



Sonra ver elini günlerce uyumamalar, sabaha karşı uykusuzluktan sızarsan da gözünü her açtığında "yaşıyo muyum hala" diye etrafı bi yoklamalar... Oturduğun sandalyene birisi dokunsa deprem oluyo zannedip kalbin kütür kütür çarpmasına engel olamamalar, kendine kızmalar. Yalova'dakiler için bişey yapmalı diye düşünüp, ekran karşısında ağlayıp, yerinden bile kıpırdayamamalar... Booş boş gözlerle duvarları ya da ufukları seyretmeler.. Yatağa giderken telefon, terlik, su, giyecek,erzak dolu koca bi valizle uyuma(ya çalışma)lar. Emek verdiğin, vakit harcadığın, yapmaktan keyif aldığın hiçbir şeyden keyif alamamalar...



En fenası da yuvam dediğin, her tür kalabalıktan gürültüden sıkıntıdan kaçıp sığındığın, her gece huzurla yastığa başını koyduğun evle ilgili tam bir hissizleşme.



Geçen gün (yine dan diye) farkettim ki, son zamanlarda şunlarla uğraşıyorum: "Ayy çay süzgecini kırmızı mı alsam mavi mi?.. O koltuk kılıfı bu çekyata uyacak mı yaa?Cık. Uymadı... Amaan o halının deseni çok tipsiz, öğk sermem ben onu oraya.. "



Hadi bakalım!.. İnsan evladı işte. Kaç sene geçmiş 17 Ağustos depreminin üzerinden. Yine evle, eşyayla haşırneşir olunuyor. "Aiiy ne ciciymiş, bu olsun" diye alınan 2 TL'lik kırmızı süzgeçle arada manevi bir bağ kuruluyor. 2 dk sonra deprem yada başka bi felaket olmayacağının, o süzgeçle belki hiç çay içemeyeceğinin garantisi yok ama sanki hiç bunlar olmayacak umuduyla yaşamaya devam ediliyor. Öyle de olmalı zaten. Yıkılınan yerde yıkıntıyla yıkılıp kalınmamalı. Ama aklın küçük bi köşesinde de durmalı olan biten. Artısıyla eksisiyle. En azından benimkinde duruyor, elimde değil. Sonra markette çay süzgeci alırken beyin birden tetikleniveriyor işte :)



Nasıl hüsranla biten her gönül macerasından sonra "nnartık sevmeyeceğimm, bütün kabahat benimmm" naraları atıp sonra o lafları bir güzel yutup yine ve yeniden seviyosan şaşkaloz gibi... Aynen öyle şaşkaloz gibi yaşamalısın. Kötü bir şey olmayacakmış gibi, umutla... Ama (hele hele böyle saçma sapan bi ülkede) her an her şeyin olabileceğini de aklın bi köşesinde tutarak... Hayatın detaylarından, çay süzgeçlerinin renginden keyif alarak, ama aslında çok da ciddiye almayarak...

14.07.2010

Torun torba


Dikkatimi çekti, başımızdan ne zaman absürd bi hikaye geçse "hahah ilerde torunlara anlatırız işte, fena mı?" diyoruz. E peki niye torun da çocuk değil?

Çocuğa anlatınca rezil mi olunuyor? Karizma mı çiziliyor? >>"Ouuuw ne manyak annem/babam varmış, düştü şimdi gözümden püüü rezil!"

Ya da yeterince disipline edemeyiz sıpayı diye mi korkuyoruz? >> "Bana ne bana neaa sen de saçını uzatmışın işte ben de uzatırımm!"

Ya da çocuğa hikayeler anlatmaya, onunla uzuun uzun konuşup koklaşmaya vaktimiz olmuyor da torunla daha bir muhabbetli olabiliyoruz ilerleyen yaşlarda, ondan mı?

Ya da gizliden gizliye hava mı atasımız geliyor el kadar çocuğa? >> "Bakma evladım şimdi zar zor yürüdüğüme, gençliğimde ne çılgındım ben dans pistinden inmezdim vuhuu!"

Ya da başımızdan geçenleri anlatırken bi yandan da içimizde kalanları, yapamadıklarımızı torun torbaya mı empoze ediyoruz satır aralarında? Çocuklarda denedik yaptıramadık, belki bunlar yapar hani..

O vakit varsayalım hikaye anlatasımız var. Ama çocuk yapasımız yok. Çoluk çocuk aşamasını atlayıp doğrudan torun torba sahibi olamaz mıyız? Daha eğlenceli. Hem de daha az sorumluluk yükleyici...

Şöyle bi fıkra vardı veya uyduruyor da olabilirim: Tren kazalarında en çok ölüm son vagonda oluyor demişler de "e o zaman son vagonu takmasınlar trene" demiş Temel.

Öyle bişey.

30.06.2010

Şu sesi hiç duymasam?


Herkesin gıcık olduğu standart seslerden bahsetmiyorum. Duvara sürülen tırnak sesi, tabağa sürülen bıçak sesi, korna sesi, araba alarmı, bebek ağlaması, elektrikli süpürge vs... Onlara gıcık olmak normal. Herkes olur. Hatta ben bunları çok da kaale almadan yaşayabiliyorum, gayet "amaaağn bana ne" diyebiliyorum. Benim kendi gıcığım, kimsenin duymadığı, fark etmediği, söylediğim zaman da "oha manyak mısın, onu mu duyuyosun" dedirten şeyler. Manyağım evet. Ses konusuna hassasım demek ki, napiym öyle doğmuşsam?! Kimisi dokunmatik doğar, kimi görsel, kimi de işitsel. Yapacak bişey yok.

Ayrıca güzel sesleri / müzikleri arayıp bulayım, dinlediğim güzellikleri size yayayım derken (al şekerim sen bu tarzı seversin diye az amme hizmeti yapıp kaset-cd-mp3 dağıtmadık) iyi hoş da, güzel olmayan sesleri duymayayım derken mi hoş değil? Yook yeeaa...

Top 5 sıralamam şu şekil:

1- Aşırı tiz kadın sesi

Dayanılır gibi değil. Vakti zamanında koroda altoyken bile sopranolar esas melodiyi söylerken kulak tıkayasım gelirdi kimi parçalarda. Ergenlik yaşlarındayken yanımda yamacımdaki kızların sesi cici cici kız sesiyken benimki hör hör çıkınca üzülmüştüm "allaam benim niye ince, narin, kız gibi bi sesim yok" diye ama şimdi yatıp kalkıp şükrediyorum o sese...
Hatta ortaokul müzik hocam "oklava gibi kızsın ama sesin/nefesin kuvvetli maşşallah" demişti. O zaman "hmm iyi bişi demek ki" demiştim. Duvara sürülen tırnak sesini dinlerim, tabağa sürtünen çataldan huylanmam ama sağdan soldan "viiiyyyk" diye hem ince hem de yüksek perdeden ciyaklayan bi kadın sesi gelmeyegörsün, tiken tiken olurum, o derece.

2- Ağız şapırtısı

Her nevi ağız şapırtısı. Korkunç. Yediği şeyin tadını iyice çıkarmaya çalışan, "yeme" eyleminden aşırı bir haz alan insanlar yapıyor gibime geliyor. Kendim yemeye düşkün olmadığımdan bilemiyorum tabii, nasıl bir histir. Ama ille şapırdatman gerekmez di mi canım kardeşim? Böylelerine şapırdatma dediğimde "ay amaan onu mu duydun" demeyiniz please. Geğirmek, gaz çıkarmak nasıl görgüsüzlükse, nasıl uluorta bunları yapmıyosanız, çiğnediğiniz şeyi de ağzınızın içinde tutunuz. Karşında benim kadar samimi olduğun bi insan değil de yeni tanıştığın, hatta mesela etkilemek istediğin bi karşı cins olsa ööyle rahat rahat "mıçmıç" edebilecek mi ağzın, yoksa daha dikkatli, sessiz sessiz mi yiyeceksin? Ha? Sorarım..

2.1. Ciklet çiğneme sesi (cak cak cak, ağız açık). Hatta ağzın içinde çıtınk çutunk diye minik baloncuklar patlatma sesi. Teknik beceri resmen, denedim yapamadım.
2.2. Sinemada patlamış mısır yeme sesi. Fazladan açıklama yapmaya gerek var mı?
2.3. Elma, armut gibi meyveyi ısırarak yeme sesi. Hele ofis gibi ortamlarda. (Elinde
elma ile ofiste ıssız bi köşe arayıp 'kimseyi rahatsız etmeden yiyecek yer bulamadım yahu' diyen duyarlı eski iş arkadaşıma selam olsun. Adamcağızı öpesim gelmişti oracıkta gözyaşları ile!)
2.4. Yine ağız açık cips yeme sesi. İlk ısırığı "kııuurrt" diye sesli yapmak keyifli oluyor heralde de... Bütün bi paket cipsi ağzın açıkken yemesen? (Film izlerken cips yiyişine ters ters baktığımda 'ama ağzımın içinde yiyorum cipsi daha napiiyym' diyen kankama da selam olsun:P ).

3- Ergen erkek çocuğu sesi

Sırf bu yüzden oğlum olmasın diyorum da başka bişey demiyorum. Zira ergenlik çağına gelince kendisini yatılı okula göndermek zorunda kalıcam. Yani yapacak bişey yok, o aşamadan geçecek her erkek evladı biliyorum ama o ne dengesiz, ne inişli çıkışlı ve çatlak bi ses, ne acayip bi dönemdir yarabbim?! Bi de üzerine standart ergen asabiyeti, isyankarlığı eklersen oooh tam ziyan.

4- Beş saniyeyi geçen çay karıştırma sesi

"Eridi o şeker kardeşim alooooooo!!Bi saattir boşa karıştırıyosun, kafan nerde, sen nerdesin, uyudun mu? Dünyadan çay karıştırgacına, hişt!" diyerek eline vurulası insanlar var hayatta.

İnce belli bardak güzeldir, iyi demli bi çay gibisi yoktur. Günün her saati çay içmeye varım. Hatta sabah işe giderken balkonun tekinden gelen hafif bi şıngır şıngır sesi pek cicidir. İnsanın gidip tanımadığı o balkon ailesiyle kahvaltı ve sohbet edesini getirir. Fakat burnumun dibinde bir çayı 10 dakika karıştıran insana da o kaşığı yutturasım gelir! O kadar. (Ah rahmetli Hidayet dedem, sen yaptın beni böyle. Kaşığını bardağa temas bile ettirmeden sakin sakin karıştırır, 3 hamlede erirtirdi şekeri).


5- Komşulardan gelen maç sesi

Artık komşun hangi takımlıysa, ona göre yandın. Biri Fenerli öteki Cimbomluysa ayrı yandın, iki kere beynin şişer. Hepsi Cimbomluysa bu da ayrı eziyet, dolby surround system dinlersin artık maçı alt komşu + üst komşu + sağdaki + soldaki oooh yandan yandan!.. Ve hatta karşıki Cafe'den. O da 4 + 1inci hoparlör oluyor sanırım :)
Hiç futbolla alakası olmayan ben bile ilk 11'i sayacak hale gelebiliyorum sezon sonunda komşular sağolsun...


Şimdilik ilk 5'im budur. Daha da devamı var. Bi 5'li paket daha yapıcam. Dedim ya, "pu konuda hassasum".

10.06.2010

Hö? Kuşağı


Yeni bir telefon aldım, eskisinin canı çıkmıştı artık. Yurdum insanının ayranı olmaz içmeye, iPhone'la gider gezmeye, sen hala şu kazmasal alete sadakat taslıyosun diyerek kendimi ikna ettim. IPhone insanı değilim, dokunmatik ekranlı hiç istemiyodum ama her zamanki gibi 7285 saatlik ince araştırmalar (fayda maliyet analizi, renk, tasarım, ağırlık, işlev, ot, çöp analizi...) neticesinde dokunmatik ve musikişinas bi alette karar kıldım, gayet içime sinerek...

Gel gör ki telefonla üç gün bakıştık!.. Dördüncü güne girerken bi silkindim. Eeeh diyip taktım sim kartı alete. Şimdilik sadece arama yapıp aramaya cevap verebiliyorum :) Bi mesajı yazıp göndermek de yarım saat alıyor. Sonra daha ne işlevleri varsa keşfederim artık. Ama itiraf edeyim, bi çekindim resmen aletten. Ebeveynlerimizin kuşağı cep telefonuyla ilk tanıştığında nasıl hafiften bi çekindilerse öyle hissettim, bunca yıldır kullanmama rağmen!..

Eskiden böyle değildim aslında. Alet edavata ilgiliydim, çabuk keşfederdim. Eve gelen her yeni zımbırtının kılavuzunu açar okur öğrenir, evdekiler şunu nasıl yapıcaz dediğinde kah kılavuzla, kah dürtükleyerek çözüverirdim... Şimdi üşeniyor muyum, gözümde mi büyütüyorum karar veremedim..

Neyse. Kendimle uğraşıp uzatmayayım da tümevarayım: Bizden sonraki nesil daha bir elinden emziği bırakmadan öteki eliyle mouse tuttu. Bizden önceki nesilse torun torba yaşına gelince ancak tanıştı cep telefonuyla, bilgisayarla.

Biz? Hem o hem o. Ya da, ne o ne o. Ne Asyalı ne Avrupalı ama aslında hem Asyalı hem Avrupalı "yalnız ve güzel ülkem" gibi arada kalmış bir nesil. Kimi kaynaklara göre X Kuşağına giriyoruz, sınırdan. Kimine göre hiçbirine. Bence de hiçbirine girmiyor olabiliriz aslında. Hatta kendimce "Hö? Kuşağı" demek istiyorum biz 79'lulara... Haydi +- 1 yılı da alayım hatrınız için.
(Kuşakları merak eden açsın internetten baksın lütfen, onu da yazarsam padişah fermanına döner burası. Baby Boomers ile başlar, X, Y, Z Kuşakları ile gider...)

Arada kalmış derken durumu dramatize edip olumsuz bakmıyorum aslında. Kıyısından teknolojiyi yakaladık, evrimini gördük. Evde kocaman bir teypten dinlerken kasetleri, walkman’imiz oldu İETT otobüslerinde, okul servislerinde. Çantamda ağırlığımca yedek kalem pil taşıdım, biter de maazallah müziksiz kalırım diye. Oradan Discman’e zıpladık, amman zıplatmayalım ki CD’mizi çizmesin diyerek.. Ömrü çok sürmeden MP3 çalarlara geçtik kapasitesince ağırlığı olan. Tabii müzik odaklı bi kişilik olduğumdan, onu baz alıyorum. Yoksa evrim süreci her yoldan anlatılabilir. Commodore 64’ü var bunun, ne bileyim tüplü siyah beyaz televizyonu var, transistörlü radyosu var, var da var…

Hoşuma gidiyor nitekim benim bu arada kalmışlık - en azından teknolojik açıdan. Ne bizden öncekiler kadar ödümüz kopuyor ve uzağız, ne bizden sonrakiler kadar bağımlıyız.

İstersek internetten gazete okuyup, istersek haftasonu gerçeğinden bir gazete alıp elimizde kahveyle haftasonu eki keyfi yapabiliyoruz. Alışverişimizi mağazadan DA yapabiliyoruz, sanal marketten DE, hangisi işimize gelirse. Taşınabilir ve bir sürü parça sığdırılabilir olduğu için i-podla Mp3 DE dinliyoruz, benim gibi ekstra meraklısı arşiv olsun diye hala CD DE alabiliyor. Arkadaşımızla dışarıda/evde buluşup iki çift laf DA edebiliyoruz, görüşemediğimiz hallerde internetten ya da cepten DE erişebiliyoruz. Dijital makinelerle bir gezide 850 fotoğraf çekip, bakıp bakıp eğlene-DE-biliyoruz, eski foto albümlerimize bakıp nostalji DE yapabiliyoruz, hatta dijitalleri bastırıp çerçeveleye-DE-biliyoruz. Bizden bir önceki nesli DE anlayabiliyoruz bir sonrakini DE...

Yine de arada bir ikisine de "Hö?" diyebildiğimiz için bu ismi uygun gördüm. Yeğenimin mesajına sesli harfleri ekleyemediğim için anlayamayıp "Hö?" dediğim de oldu, arkadaşımla telefonda konuşurken "telefon bir iletişim aracıdır, acil durumda kullanılır evladım kısa kes" diyen anneme "Hö?" dediğim de... Ben memnunum bu kıvamdan şahsen, her iki uçta da olmak istemezdim. Başka benim gibi hisseden var mı? Hö?

3.05.2010

Düşe kalka...


İspanyol Filmleri haftasıydı. Bir film izlemiştim. Cosas que hacen que la vida valga la pena - Hayatı Yaşanır Kılan Şeyler

Eğlencelik, çok kahkaha attırmasa da gülümseten naif bir filmdi. Orta yaşlı, orta halli bir kadınla adamın rastlaşmaları, aşık olup olamama arasında gidip gelmeleri, saçmalamaları, daha çok adamın saçmalaması... Adam mütemadiyen düşüyordu, ya tökezleyip kapaklanıyordu yere, ya da bayılıyordu olur olmaz yerde. Şak diye kapı ağzında, yol ortasında, yere yapışıyordu..

Neyse. Filmin ortalarında bir yerde şöyle bir diyalog geçmişti:

Hortensia (kadın): Neden sürekli düşüp duruyorsun?
Jorge (adam): Çünkü her seferinde yeniden kalkıyorum.

Gülümsemiştim o an inceden. Gel zaman git zaman unutmuştum tabii filmi de, repliği de. Geçenlerde vapurda aklıma geliverdi!.. Dan diye. Ya da ben dan diye, sebepsiz zannediyorum ama bir şeyler tetikledi, beynimin dip köşesinden çıkıp geldi replik. Sürekli takılıp takılıp düşen insan evlatları... Ya da tökezleyen...

Acı eşiği gibi düşmeye tepki de farklı herkeste. Doğuştan gelen bir şey midir, yetişmeyle mi kazanılır bilemem, bilim insanları, psikologlar incelesin. Ben gördüğümü tespitler kaçarım. Kiminin eline toplu iğne batsa yaygarayı basar, başına yedi düveli toplar, ambulanslar seferber olur. Kiminin kafasına balyoz iner canı çıkmak üzeredir, ama gıkı çıkmaz. Acı eşiği yüksektir. 'Düşme' eşiği de böyle sanki...

Düşen var, hemen kalkar. Resimdeki gibi, tökezlemeyi de düşmeyi de dansın, "hayatın" bir parçası yapar. Gereksizce Polyannacılık yapmaz. Tam tersi gerçekçidir, mücadelecidir. Bir tökezlediği yere dikkat eder ki bir daha tökezlemesin. Tekrar düşebilir, ama her düşüşü farklı bir sebeptendir en azından. Takdir edilesi, örnek alınası kategori.

Kimi var düşer düşer durur, ama hep aynı şekilde yürür. Her ama her seferinde aynı ya da çok benzer taşlara takılır. Kendisi kusursuzdur aslında. Onu düşüren taşlar suçludur. Taşa lanet eder, hayata kahreder, düştüğü yerde bir müddet kalıp ağlar sızlar, kendine acır, acındırır. "Yahu ayağımı azcık daha kaldırıp da geçeyim şurdan, belki bu sefer düşmem" demez. Etrafında hep yardım edecek, elini uzatıp kaldıracak birileri vardır ve olmuştur çünkü. Onlara sırtını dayar, yaşaar gider. Onlar hayatından çıkarsa da yenilerini bulur, dert değil. Kaçılası kategori.

Kimi düşmüştür, düştüğünün farkına varmaz. O derece aptal. Kendini dört ayaklı mahluk zanneder, ööyle sürünerek devam eder dört ayak üzerinde. Görmezden gelinesi kategori.

Kimi düşer, düştüğü yerde sürünür, sürünmekten mazoşistçe bir zevk alır. Üstelik çok da derine düşmemiştir ama öyle zanneder, bunu marifet sanar. "Loser" edebiyatı yapmaktan memnundur. Etrafın içini bayar, ya da etrafı zaten bayık insanlarla çevrilidir. Ergenlik bunalımını bir ömre yaymış, büyümemekte direnen, "dipteyim sondayım depresyondayım" şarkılarıyla yaşayan, ama belli ki gerçek ve ciddi bir sorun yaşamamış bir kitle... Acınası, gülünesi kategori. Ya da Saw/Testere film serisindeki gibi hayatının kıymetini anlaması için bir güzel işkence edilesi kategori.

Belki de bunların hiçbiri yapılası değildir. Çocukluktan yanlış yetiştiriliyoruzdur, düştüğümüz zaman takıldığımız taşa "ıh, döverim seni pis taş" diyen ebeveynler tarafından? Aslında o ebeveynlik kafası düzeltilesidir ki birinci kategoriye doğru evrilinsin..

Nitekim, elmas yontulmadan insan da yanılmadan güzelleşemez (Konfüçyüs).

27.04.2010

Samimiyetsiz Sorulara Samimi Cevaplar - Vol 3




- Nerelisin bacım?
- Kırşehir.
- Aaa öyle mi? Ben de doğu sanmıştım.
- Yok, değilim, kara kaş kara göz gören öyle zanneder ama Kırşehirliyim.
- Haa Kırşehir, iyi iyi. Orası neresi? Nereye bağlı?
- Bir yere bağlı değil, ilçe değil. Kırşehir ili, hani Ankara ile Kayseri arasında.
- Haaağğğ…
- Yaaa…

Haaağ ya. Gerizekalı!
Şu yaşıma kadar o kadar çok yaşadım ki bu diyalogu... Her yaş, her cinsiyet, her konumdan, her eğitim seviyesinden (nasıl eğitimse?) insanla yaşadım bunu.
O kadar çok kişiye önce Doğulu veya -açıkça soramadıkları ama ima ettikleri gibi Kürt- olmadığımı ispatlayıp(!?) ondan sonra da Coğrafya öğretmeni gibi Kırşehir’in yerini tarif ettim ki…

İyi sabretmişim, hatta boşa sabretmişim. Bundan sonra şöyle olacak diyalogun seyri, hadi bakalım:

- Nerelisin?
- Kırşehir.
- Aaa öyle mi? Ben de doğu sanmıştım.
- Ee? Doğulu olsam ne olacaktı? Isırır mıydım seni? Kaçacak mıydın veya benden? Ya da ona göre farklı mı davranacaktın?
- Eeeöö hık mık… Yok canım, yani, herkeş insandır icabında, açılım maçılım, gak guk...
- Yaaa evet... Neyse Kırşehirliyim işte.
- Eeööö orası nerde tam? Nereye bağlı o?
- Nereye mi bağlı? Türkiye Cumhuriyetine bağlı bir il! Lise değil, ortaokul da değil, taaa ilkokul kitaplarına havale ederim seni. Git bir daha çalış: İlkokul üç, ülkemizi tanıyalım ünitesi. Hadi tam koordinatları bilemeyebilirsin ama ilçe bari zannetme gerizekalı!
- Eööööööö errör.. error... error...
- Error ya...

Hayatta da bir insanla tanışmanın beşinci dakikasında memleketini soranlardan olmadım, en merak etmeyeceğim şeydir. Soranı da anlamadım. Kafasında şuralı insan şöyledir, buralı böyledir şeklinde şablonlar var ya, seni oraya oturtup rahatlayacak. Ona göre yol, yordam, taktik belirleyecek sana karşı. Ha es kaza “gıcık” olduğu bi memlekettensen de yandın! Sana da otomatik olarak “gıcık” olunacak.
Kendi memleketlisine de, sırf aynı topraklarda doğdular diye, dünyanın en adi insanı bile olsa bir şekilde yakınlık besleyecek, onu kayıracak, kendisi de ondan karşılıklı medet umacak. Kendi kendine bir birey olabilmiş değil çünkü. Birilerine , bir gruba, bir yerlere sırtını dayayınca adam olabiliyor ancak.

Ana rahmine düşeceğin ve doğacağın yeri de, zamanı da, tıpkı anneni babanı seçemeyeceğin gibi SEN seçemiyorsun insan evladı! Ne bununla övün, ne bundan utan.

Ne de bunun gereksiz gereksiz muhabbetini edip vakit harca. Çekil şimdi karşımdan. Gidip Kırşehir mantısı yiyeceğim :)

29.03.2010

Samimiyetsiz Sorulara Samimi Cevaplar - Vol 2


- Ah ne kadar zayıfsın, ne hoş. Formunu nasıl koruyorsun şekerim?

- Özel bir çabam yok, kendimi bildim bileli böyleyim ben. Çok abur cubura düşkün değilim, yeme konusunda da aşırı bir iştahım yoktur. Yani içimden porsiyonlarca kebap yemek geliyor da zorla tutuyor değilim kendimi. Hem kilo, görünüm vs değil, sağlık önemli olan, değil mi?

- Hmmmm tabi tabi... (Tek kaş kalkık. İnanmıyor belli. Kesin bir rejim sırrı var da bana söylemiyor, pis zayıf diyor içinden. İki gün sonra bi daha sıkıştırırım ben bunu. Elbet ağzından kaçıracak sırrını)

İşte böyle tiplere, ikinci soruşta saçma sapan bir rejim tarifi uyduracağım, artık o an ilham nerden eserse!.. İnanmıyor çünkü. Kıyıda, köşede, bir tenhada sıkıştırıp -özellikle de ben meşgulken, ağzımdan kaçıracağım ya- tekrar tekrar soruyor. Obsesif. Kendisi de çok kilolu olsa içim yanmaz (hakikaten aşırı kilolu olup da vermeye çalışanı anlarım, hem sağlık hem görüntü açısından vermek istiyor olabilir) ve fakat gayet normal sınırlar içinde hatun. Ama yetmiyor daha zayıf daha zayıf olmalı!! Beyinsiz olduğu için, medyanın ve beni al beni tüket diye bağıran markaların boca ettiği "aşırı zayıf olmalıyım" saplantısıyla dolmuş kafatasındaki boşluk. E madem beyinsizsin, o zaman buyur, müstehak sana:

- Ah ne kadar zayıfsın ne hoş, formunu nasıl koruyorsun şekerim?

- Aa hemen anlatayım hayatım. Sabahları 04:29'da uyanıyorum. Ama dikkat et, tam 04:29 olmalı, 30 değil. Metabolizma için en uygun saat ve dakika bu. Amerikalı bilim adamları öyle söylüyor (ille de Amerikalı bilim adamlarına atıfta bulunulmalı). Neyse. Önce bir saat koşuyorum. Öyle ortalama bir hızla da değil, koşu bandının son ayarında. Sonra, kahvaltı için şunu yiyorum: Üç soğan, bir dilim karpuz, iki avokado, bol kırmızı biber, nar ekşisi, yarım su bardağı viski, J&B olacak, bir çay kaşığı süt, organik olacak, taze sağılmış ama kaynatılmamış, en doğal haliyle. Hepsini blenderdan geçirip tepene dikiyorsun. Öğlene kadar saat başı bir elma, bir armut, bir ayva, her 22 dakikada bir ceviz. Biliyorsun sık sık ve az az yemek lazım. Öğlen yemeğinde her gün bir adet haşlanmış kral yengeç bacağı. Ben getirtiyorum Alaska'dan, istersen adresini vereyim. Öğle yemeğinden akşama kadar bu kez 22 dakikada bir fındık yiyorsun, bir avuç. Akşam yemeği tam 20:33'te yenmeli. Zaten bir adet Altınbaşak bisküviden ibaret. Bir paket değil dikkat et. Bir adet. Sonra yatarken de iki patlıcanı kaynatıp süzüp, suyuna kavun rendeleyip, yarım kilo kavrulmuş kıyma ile karıştırıp yiyorsun. Bu rejimi on gün uygula, Kate Moss yanında şişman kalacak bak göreceksin...

24.03.2010

Samimiyetsiz Sorulara Samimi Cevaplar - Vol 1


- Saçların ne kadar güzel ve uzun, postiş mi?

- Hayır değil. Bizzat kendim uzattım. Bu sene moda oldu diye de değil, kendimi bildim bileli böyleyim. Postiş takmam. Takanı da sevmem. Sevmemekle kalmam gerizekalı bulurum.
Saçın azsa veya uzamıyosa onunla yaşamayı öğren. Ölür müsün? Ben nasıl güzel bulmadığım uzuvlarımla yaşamayı öğrendim, sen de az saçla yaşayıver. Herkes çok güzel olacak diye bir kanun mu var? Görüntünle para kazandığın bi mesleğin varsa o ayrı tabi. Postiş de tak estetik de ol. Bana ne. Ha sıradan vatandaşsan ve bi asgari ücret kadar parayı postişe yatıracak kadar takıksan konuya, yazık, git o parayı terapiste falan yatır, uzun vadede işe yarar da belki kendini olduğun gibi kabulenebilmeyi öğrenirsin biraz... Elalemin saçını postiş mi değil mi diye inceleyecek kadar takıksan, hele de tanıştığımızın ikinci dakikasında bana bunu soracak kadar zevzeksen terapist de işe yaramaz, sen öyle çayır çimen gibi yaşamaya devam et, ama benden uzakta mümkünse. Kışt!

Hep bu cevap geçti içimden, ama edebimi adabımı bozmayayım diye genelde:

- Saçların ne kadar güzel ve uzun, postiş mi?
- Hayır kendi saçım ehi ehi...
- Aa öyle mi pek hoş, özel bir bakım yapıyor musun?
- Hayır yapmıyorum.
- Hmm.
- Yaa... Konumuza dönsek?..

...şeklinde samimiyetsiz diyaloglarda buldum kendimi, samimiyetsiz insanlara karşı...

Bir gün tüm "samimiyetimle" yapıştıracağım yukarıdaki cevabı, o olacak!