10.01.2012

Kalemtraştaşıyanlardan mısınız, kalemtraştaşıtanlardan mı?


İlkokulda bizim bir Ebru vardı.. Bir de Ayça.. En sert öğretmenlerden biri, haldır haldır not tuttururken Ayça’nın kurşun kaleminin ucu potlaşır ve “Kalemtraşı olan var mııaa?!”diye ortaya höykürüp, bir yandan yazmaya devam ederdi.. O sırada Ebru durur, yazısını bırakır, kalemliğinden çıkardığı kalemtraşı çapraz sıradaki Ayça’ya uzatırdı. “Bende var, al”... “Şşşt alsana”... “Ay Ayçaaa alsana kızım yaa!..” Fırt fırt fırt... Ayça yazardı, fırt fırt fırt... Tek bir kelime kaçırmadan.. Sonra öğretmen bir es verecek gibi olursa zahmet edip alırdı, açardı kalemini. Garibim Ebru o sırada yazamadığı 3 cümlesine mi yansın, sağdan soldan tamamlamaya mı çalışsın, Ayça’ya mı kendine mi kızsın bilemezdi... Ayça asla kalemtraş taşımaz, Ebru daima taşırdı. Eminim şimdi kazık kadar olduklarında da, pek bir şey değişmemiştir, biri “kalemtraştaşıyanlar” liginde, diğeri “kalemtraştaşıtanlar” liginde koşup gitmektedir.

Kalemtraştaşıyanlar saftır, iyi niyetlidir, tedbirlidir, kuralcıdır, yardımseverdir.. Bunlardan ya biri, ya birkaçı ya da hepsidir..

Kalemtraştaşıtanların kimisi özünde iyi niyetli ama savsak, savruktur, arada bir taşıdığı da olur, ama çoğu zaman unutur - ki bunlar yazımızın konusu değil. Kimisi ise bildiğin art niyetli, çakal denilesi, kendini “açıkgöz” addeden tiplerdir. Kalemtraşın pahalı olması, ya da çantada yer kaplaması değildir dertleri.. Yani katlanacakları maddi ve/veya manevi külfet aslında bir hiç olabilir.. Umurlarında bile olmayabilir. Ama “enayi miyim ülen ben, bir yapan nasıl olsa bulunur” hinliğidir onlara kalemtraş taşıttırmayıcı motivasyon. Ömür boyu en çok şu cümleleri kurarlar, en yüksek perdeden ve sıklıkla: “Ben kendimi ezdirmemm... Aaa haksızlığa hiç gelemem.. Hoop hemşerim biz enayi miyiz?”.. vb. Etrafındaki insanları da kalemtraşlarını taşıttırabileceklerinden seçerler. Açılacak kalemleri olduğu müddetçe onlara sevgi ve ilgi gösteriyormuş gibi davranır, kalem ortadan kalktığı ya da karşıdan bir direnme sezdikleri an, yazı yazdıkları hızla, 'fırt' diye sırtlarını dönüverir, arayı soğuturlar.

Kalemtraştaşıyanlar da büyüdükçe ikiye ayrılır. İlk grup hala aynı şekilde taşımaya devam edip, daha sık mızmızlanmaya başlamış, ama zerrece değişememiştir. Hayatın ve insanların onlara ne kadar haksızlık ettiğinden dem vurur, kah ağlar kah kızarlar.. Muhtemelen kalemtraşını taşıdıkları bir tipin yörüngesinde, simbiyotik bir şekilde yaşamaktadırlar. Diğer grup zamanla kalemtraşını ikram etmesini hak edenlerle etmeyenlerin ayırdına varmış, ona göre tavrını belirlemiş, mızmız değil, nispeten ‘cool’ olabilenlerdir. Yapabilecekleri en büyük çakallık da budur zaten: Cazgır veya mızmız değil, cool olmak, hak etmeyen cingözlere o kalemtraşı uzatmamak! Fakat asla ve asla kalemtraştaşıtanlar ligine transfer olamaz, kendisi cümleyi yazarken karşısındakine cümleyi kaçırttıran insan olamazlar. Olmazlar.

Şimdiii... Alalım bu Ebru ile Ayça’yı (uydurdum zaten isimleri), yerine koyalım bakalım etrafımızdaki Tuğçe’leri, Buse’leri (bunları da uydurdum ha). Kalemtraşı da alalım, herhangi bir iş, zahmet, külfet, çaba, efor, maddi manevi ne gelirse aklımıza, onunla değiştirelim.. Anladınız siz onu...

11.04.2011

Cıaart.. Cıırrt..


İnsan kağıt yırtma sesine niye uyuz olur ki?

Çok daha yüksek tondaki seslerden bile o kadar rahatsız olmazken...

Çocukluğu sobalı evde geçtiyse olabilir mesela.
Yıllarca her sabah o "cıaart cıaart" sesleriyle uyandıysa.
Zamane veletleri gibi sabah ezanında kalkmayı sevenlerden değil de (okul yoksa) 10a kadar uyumayı seven bi bünyeyse..
Anne her sabah "aman çocuklar uyanmadan ev ısınsın" diye erkenden kalkıp soba yakmaya girişiyorsa... Odun kömürü tutuşturmak için gazete kağıtlarını cart cart yırtmak zorundaysa...

Ağır yün yorganı kafasına çeken çocuk hem "öeef kafam şişti be şu sesten" diyecek kadar çocuk bencilliğine, hem de "yazık, annem biz üşümeyelim diye sabah sabah soğukta uğraşıyo" diye düşünecek kadar da yetişkin olgunluğuna ve vicdanına sahipse..
Ömür boyu sürecek bencil ol / vicdanlı ol çekişmesi ta o yıllardan kalbine ve beynine pompalanmış ise..
Ama üşüdüğü için anneye yardım edemeyip vicdan azabı çekerek, bir yandan da iki dakka daha uyusam yaa diyerek, hem gürültüden hem düşünceden uykusu kaçarak pek çok sabah geçirdiyse...

Sonra kazık kadar yaşında "niye bu kağıt yırtma sesi benim kafama kafama vuruluyormuş etkisi yaratıyor yahu?" derken lüzumsuz yere geçmişe gider, yine "yapmicam işte" dediği şeyi yapar..
Kendini deşer, ortalık yerde de neşreder..






6.12.2010

Postmodern tamirci cinler!?


Elimdeki türlü çeşitli elektronik aletle ilgilenme, bakım yapma, güncelleme vakti geldi de geçiyor...

Fakat feciii üşeniyorum bunlarla uğraşmaya, detayını bilmediğim konularda bir bilene sormaya, mağaza/dükkan gezip ilgili malzemeleri almaya (kartmış, kabloymuş, bilmemne girişiymiş), sonra aldıklarınla cebelleşmeye..

Eskiden üşenmez teknolojiyi takip de ederdim, işimi kendim yapar kılavuz bile okurdum. Ya da etrafta anlayan eden birileri olurdu, gerekirse fikir & yardım alınıverirdi hop diye. Şimdi yaştan mıdır bilmem bir üşenti geldi. E teknik insanlarla da irtibat koptu, herkes işinde gücünde, görüşmek bile zor. Ya da mevcut teknik insanlara danıştığımda fikirleri ben beğenmiyorum, tavsiyeleri bana özgü değil fikir verenin kendine uygun olduğundan:

- Bilgisayarımın kapasitesi dolmuş yahu? Ne aliym nasıl yükselteyim?

- Yenisini al!

- I-ıh. (Aa yapma yaw hiç aklıma gelmediydi?!)

- Laptop al!

- I-ıh. (Laptop insanı değilim, olasım da yok mümkün mertebe)

- Mac al!

- Eeeyyth!!?!

Ben ki ilk okulda emektar 05 kalemini atarken vicdan azabı çeken, öyle ha diyince eskiyen şeyi atamayan, eşyanın parasında pulunda değil manevi değerinde olan, takık bir kişiyim. Direnmeyi bırakıp I-pod alsam bile emektar Creative'im bana "küsmesin" diye arada onu da dinlerim. Artık dinlemeyecek olsam da yerini CD'ye bırakmış kasetlerimi asla atmam. Kaldır koca bilgisayarı at ha?! Yok öyle..

İşbunları yaşar ve düşünürken, şunları da düşünür buldum kendimi: "Yahu ihtiyar ayakkabıcı ve cinler diye bi masal mı vardı neydi? Adam dükkanı kapayınca gece gelip ayakkabıları yapıyodu cinler. Bi postmodrern tamirci cin ekibi de benim eve gelse, geceden sabaha bütün elektronik aletleri tamir etse, güncellese, bağlasa mağlasa ne gerekiyosa yapsa gitse ya.."

Sonra tabi düşünce neredeen nereye dağıldı, tut tutabilirsen beyni: "Ee? Ulen bu masalın devamı neydi? Cinler ayakkabı yapıyodu tamam da, sonra noluyodu? Ana fikri neydi? Du bi gireyim gugıl edeyim."

Girdik baktık, bi halt olmuyormuş. Cinler gelip ayakkabıları yapar, ayakkabıcı zengin olur, masal da öyle bitermiş. Bu ne şimdi? Bu nasıl bir masaldır, ana fikri nedir? "İyi, dürüst ve çalışkan olursanız size de birileri yardım eder" mi? Hoş, masalda ana fikir aramanın manası nedir, zaten hepsi birbirinden saçmadır ve çocukken de sevmezdim (05'imi sever, ruhu olduğuna inanırdım ama masal sevmezdim, ya da düşkün değildim diyelim, evet). Fakat bu masal da bambaşka bir fantastiklikteymiş, yetişkin halimle okuyunca bi irkildim, itiraf edeyim..

Yine de bir sabah uyanıp bütün aletleri düzelmiş, güncellenmiş bulsam hiiç sorgulamam, irkilmem, gayet de mutlu olurum :) Hatta işime geldiği için masala bile inanabilirim. Derim ki demek ben de iyi, dürüst ve çalışkanmışım. Duble mutlu olurum. Hayırlısı bakalım...

Hamiş: Bu yazı da böyle serbest çağrışımlı, saçma dediğim masallardan da manasız, günlük tadında bir şey oldu işte. İdare edin.

25.11.2010

24.11.1991


Hiçbir ölüme bu kadar bozulduğumu hatırlamıyorum.

Üzüleyim mi bozulayım mı onu da bilememiştim ya, yaşı gereği her şeye sinirlenmek zorunda olan bi ergen olduğum için sinirlenmeyi tercih etmiştim sanırım:

- Daha ben seni yeni keşfetmişken nasıl ölürsün be adam?!.. Daha Kırşehir'in yarı züccaciye yarı kasetçi dükkanından Greatest Hits I ve II'yi anca almış, döne döne dinleyip yarım yamalak İngilizcemle şarkı sözlerini çıkarmaya çalışırken... Daha ben büyüyecektim, seni dünyanın bi köşesinde yakalayıp canlı canlı dinleyecektim, tanışacaktım... Hay bin kunduz! Hayyy!!!

TRT'de Pop Saati'nde Bohemian Rhapsody'ye denk gelip de oracıkta çakılıp kaldığım anı unutmam: "Aaaaghh abla ablaaaaağ kooş yetişşş bu kim bunlar kim bu neyyy buuu?!". "Bunlar Queen, bu da Freddie Mercury yavrucum, ayrıca bişey oldu zannettim ne bağırıyosun manyak?!" Ee olmuştu tabi bişey.

Yaşıtlarım kendilerne aşık olacak, sevecek, tapacak, popüler ve genç ve yakışıklı bi şarkıcı/oyuncu/grup vs seçerken ben babam yaşında ama aslında her daim yaşsız & zamansız & mekansız bir muhteşem yeteneğe kilitlenip ööyle kalakalmıştım.. Artık başka şey kesmeyecekti.. Yıllarca başka yönlere evrilip kıvrılsa da müzik zevkim, tam ortasında hep bu adam olacaktı.

Yine o yaşıtlar en fazla birkaç yıl sevecekleri dönemsel "celebrity"leri teker teker unutup, yıllar sonra "hahayy bunu mu sevmişim ööğk" diye gülerken ben hala Freddie hayranlığım zirvede, her 24 Kasımda bir mayhoşlaşacaktım..

İstanbul'da okuyan ablama tek tek tüm kasetleri (hepsi bir anda da değil) sipariş edip, ağır ağır hatmedecektim...

Birkaç sene sonra İstanbul'a taşınınca tüm kasetleri kendim tamamlayacaktım. Pause'a basa basa çıkarabildiğim şarkı sözlerini defterime yazacaktım (internet mi var o zaman?). Bir kaset kapağında bulduğum Queen Fan Club adresine sanki İngiltere kraliyet ailesine yazarmış gibi müthiş bir ciddiyetle, heyecandan öle dirile mektup yazıp üye olacaktım. Bilmemkaç Sterline üye olabilirsin cevabını alınca Fan Club'dan, hayatta adım atmadığım bankaların peşinde "uluslararası havale nasıl yapılır beaaa yardım etsenize" diye çok gizli bi iş çevirir gibi koşacaktım, gizli gizli biriktirdiğim paramla.. :)

Hepi topu üç ayda bir gelen dergilerin en kıyıda köşede kalmış yazısına kadar kırk kere hatmedecektim. "Ay Londra'da şöyle toplandık, aman Freddie'yi böyle andık" diye yazıp duran İngilizlere gıcık olacak, kıskanacaktım. Yine ta Londra'dan gelen o dergilerden birinin Penfriend köşesinde rastladığım Queen fanı bir Türk ile aramızda iki semt olmasına rağmen aylarca mektuplaşacaktım, yine çok gizli bir iş çevirir gibi... :)

Yıllar sonra üniversiteye başlayınca Etimoloji dersinde Freddie'nin kendine soyad olarak seçtiği Mercury'nin Roma tanrılardan aldığı mesajı insanlara ileten bir ulak tanrı, bir nevi çevirmen olduğunu, hatta tarihin ilk çevirmeni sayıldığını, hızlı ve çevik olduğu için civa elementine akışkanlığından dolayı bu ismin verildiğini ve civanın simgesinin tam da HG (Aaaa adımın baş harfleri!?) olduğunu ve benim de çevirmen olmak üzere o sınıfta bulunduğumu zincirleme bir şekilde fark edince dehşete kapılacak, her büyük aşkta olduğu gibi ilahi bir rastlantılar zinciri keşfetmenin mutluluğuyla şaşkaloz gibi sırıtacaktım not tutarken. Sanki rastlantılar zincirinin veya kader ya da evren yahut her ne ise onun çok da umrundaymışım gibi... :)

Bir dönem başka rock gruplarına, flamenkoya, saza, caza sarıp da Queen'i her allahın günü dinlemediğimi fark ettiğimde vicdan azabıyla koşa koşa kaset formatındaki albümlerin CDlerini dizmeye başlayacaktım tek tek, sanki ihmalimi Freddie öteki taraftan görüp de bana küsüyormuş gibi... :)

Gel zaman git zaman hayatı ve insanları ve kendimi daha iyi tanımaya başladıkça, eskiden de anladığım(ı zannettiğim) ama çok da özümseyemediğim(i fark ettiğim) kimi parçaların sözleri ayrı bir çarpacaktı beni, sanki 19 yıldır değil de ilk defa dinler gibi... :)

Artık kazık kadar denilecek yaşta, akranlarım evde oturup dizi izler mangal yapar, "ayy artık kafam kaldırmıyor" diye gece dışarı çıkmazken Queen tribute night'lara (by Cingi) gidecektim, groupie gibi... :)

Eh, madem artık arada sırada iki satır yazasımız da geliyor, bu yazı da kendi kendini böyle bir 24 Kasım'da çıkartacaktı, yazarken her biri benim için ayrı hikayesiyle Queen şarkıları kulağımda, ergen sinirim artık siteme dönüşmüş, ama hala içimde bir yerlerde... Bu kadar erken gitmeyecektin be Freddie.

23.09.2010

Duke Ellington vs Gesi Bağları



The Count Basie Orchestra Şefi Denis Mackrel: Annem hep der ki, evladım asla bir konseri Duke Ellington'dan bir parça çalmadan bitirme.



Yanında oturmakta olan kankanın kulağına eğilen Hij: Annem hep der ki, "o kadar gitar çaldın, tıntıntın flamenkoyla kafamızı şişirdin, bi Gesi Bağları çalmadın eşşek sıpası".

(Histerik kahkahalar...)


> İki satır gibi görünen ama binlerce satır içeren, hayatımın en kısa/uzun yazısı.



"Children begin by loving their parents; as they grow older they judge them; sometimes they forgive them." - Oscar Wilde, The Picture of Dorian Gray

31.08.2010

Dur ihtarı!


Arada bir... Hep değil, sık sık da değil ama arada bir durmalı.

Kendi kendine dur ihtarı vermeli. İhtara uymazsan vurmalı. Sen vurmazsan hayat vurur, bünye vurur, zihin vurur, ruh vurur bi yerden çıkar acısı illa ki. O yüzden bir durmalı, mola vermeli. (Durduğu zaman düşmekten ya da düşünmekten korkmayanlar için sözüm tabii).



Böyle anlarda en sevdiğim diyaloglardan biridir:



X insanı: Hişşş naber napıyosun?

Hij insanı: Duruyorum.

X insanı: ?!?!?!!



Soracak kişi olmasa bile sordurturum bazen, o derece.



(Son çıkılan tatilde, şezlong tepesinde, kitap okunmaz, müzik dinlenmez, yenmez içilmez, yüzülmez, hiçbir şey yapılmaz, ööyle denize bakılırken)

Hij insanı: Hişt! Hadi bana napıyosun de? De, de... Desene?

Seçil insanı: Nabıyosun?

Hij insanı: Duruyorum. Hahahahaaaa :))

Seçil insanı: Haah. Yandı devreler...



Eee işte yanar tabi. Yanmasın, sürmenaj olmasın diye arada bi soğutmak lazım. O kaynama noktasını tespit edip erken müdahale lazım. Yoksa yandıktan sonra toparlamak daha zor. Otoban ortasında su kaynatmış arabayla kalakalmak gibi, ara ki bulasın tamirci...



Sürekli koş koş nereye kadar? Saate bak-hesap yap-plan yap-proje yap-koş-yetiş-koş-gecik-itiş-kakış-dürtükle-dürtüklen-dirsek at-öne geç-atıl kurt!.. Sonra?

Sonrası yok.



Nerede gördüm/okudum/duydum hatırlamıyorum, sahibine atıfta bulunamayacağım affetsin beni ama şöyle bi aforizmaya rastlayıp pek beğenmiştim geçenlerde: "saat takmadan, saati takmadan yaşıyorum".

İşte öyle bi döneme girmek lazım arada bir. En azından bana lazım.



Giriyoruuuum...



Girdim!

16.08.2010

Hayat ve Kırmızı Çay Süzgeçleri


10 küsür sene önce bugün, sabahın 03:02'sine kadar evde tek başına film izleyip, gitar çalıp, keyif çatıp saate bakar "ooh tatil de iyi güzel ama artık uyumalı yahu saat üçü de geçmiş" diye ayaklanırsın. "Ay fazla mı hızlı kalktım yine tansiyon düştü başım döndü" derken anlarsın ki dönen başın değil, dünya...



"Aa deprem böyle bişey demek ki, dayımlar da İzmir'de durmadan sallanırlar, telefonda anlatırlar. Ben de görmüş oldum böylece" dersin saf saf, bu kadarla bitecek zannedersin. 10 saniye sonra son gördüğün şey tavana değen avize olur, o da ikinci değişte söner zaten. Zifiri karanlık ve korkunç bi uğultu & gümbürtüyle durduğun yerde çöker kalırsın. Dolabın yanına mı çökeyim, makinenin yanı mı emniyetlidir, nereye yürüyeyim desen de nafile, 360 derece döner zemin ayağının altında, oturtur seni olduğun yerde..



Ne "daha gencim ölmeyim nolur" demek gelir aklına, ne dua etmek (dua etmek isteyip de hatırlayamamak değil mevzubahis). "Hmm 20 yaşındayım, eh muhteşem bi hayatım olmadı ama fena da değildi şimdi haksızlık etmeyelim.. Demek buraya kadarmış napalım.. Yapcak bişey yok.. Hayır o değil, arkamdan küfredicek sülale.. 'Bak yine burnunun dikine gitti, evde tek başına kaldı, ne ablasına ne teyzesine gitti, inadıyla öldü eşşek sıpa. Evde olmasaydı sağ kalacaktı' diye kızacaklar. Neyse. Öff amma bitmedi sarsıntı bu ne be?! Ee? 5.katla 4. kat inmiştir, sıra bizim katta heralde? Allahtan şort var üzerimde, köpecikli pijamam değil, artık ne halde bulurlar beni bilmem ama kıyafetten bari kurtardık... Şu duyduğum da yan binanın patlayan camları heralde.." diye düşünür durursun 45 saniye, nasıl bi kafaysa...



Çökmeyip sağlam kalan apartmandan komşunun el feneriyle kendini dışarı attığındaysa dünyanın kaç bucak olduğunu görürsün. Filmlerde izlediğin felaket sahneleri halt eder gördüklerinin yanında. Müthiş bi toz dumanı, oradan oraya koşturan yarı çıplak insanlar, koluna yapışıp "allah rızası için yardım edin kaldıralım molozu, ailem içerde" diye ağlayan adamlar, ezilmiş arabalardan fırlamış giden lastikler, başka zaman tampouna sürtünen olsa küfür kıyamet birbirine gireceği yerde arabayla kafa kafaya çarpışıp, camdan kafayı çıkarıp "pardon abi, canın sağolsun, hadi yoluna devam" diye sürüp giden şoförler, ağlayan çocuklar... Sokağın köşede öyle tir tir titreyerek dururken "Hicraaaan" diye bağıran eniştenin sesiyle ayıkırsın. Teyzen çöken yan binayı senin bina zannettiği için bayılmak üzere, nutku tutulmuştur zira.



Teyzeyle kol kola girip nutku tutulmuş vaziyette tıpış tıpış yürür gidersin ordan. Ne kimseye yardım etmeye takatin vardır, ne üç gün önce balkondan selam verdiğin komşu teyzenin cesedini görmeye cesaretin. Ne akıl çalışır ne fikir. Sallantı boyunca bikbikbik çalışan beyin error verir. Ne İstanbul'un şanslı semtlerindeki insanlar gibi "ayy bi ara uyandım deprem oluyomuş, sonra geri uyuduum" diyecek kadar konuya yabancısındır. Ne çok daha fena durumdaki Yalova, Gölcük sakinleri kadar depremzede. Sağlı sollu yıkıntıların içinde, 3 ay önce "şurayı mı alsak yahu" diye pazarlık ettiğin apartmanların çöktüğünü görür, daha da bi titrer, yürümeye devam edersin...



Öyle nutku tutuk,saçma sapan günler geçirir, bi iki eşya almak için eve uğrar, jandarma eşliğinde ve 5 dk müsadeyle koşa koşa kıyafet toplar kaçarsın evinden. Ev sağlamdır ama içi curcuna. Emek emek sakladığın fotoğraflar yere dökülmüş, CD'ler saçılmış, annenin bibloları parçalanmış.. Ancak devrilmiş gitarı düzeltirsin odanda, o kadar. Başka da hiçbir şeyi elleyesin gelmez. Nasıl olsa 3 dakika ya da 3 gün sonra ölmeyeceğinin garantisi yok. Ne gereği var ki eşyaya, anılara bağlanmaya. Birkaç saniye içinde yok olacaksın işte. Sen yoksan fotoğrafın da anlamı yok.



Sonra ver elini günlerce uyumamalar, sabaha karşı uykusuzluktan sızarsan da gözünü her açtığında "yaşıyo muyum hala" diye etrafı bi yoklamalar... Oturduğun sandalyene birisi dokunsa deprem oluyo zannedip kalbin kütür kütür çarpmasına engel olamamalar, kendine kızmalar. Yalova'dakiler için bişey yapmalı diye düşünüp, ekran karşısında ağlayıp, yerinden bile kıpırdayamamalar... Booş boş gözlerle duvarları ya da ufukları seyretmeler.. Yatağa giderken telefon, terlik, su, giyecek,erzak dolu koca bi valizle uyuma(ya çalışma)lar. Emek verdiğin, vakit harcadığın, yapmaktan keyif aldığın hiçbir şeyden keyif alamamalar...



En fenası da yuvam dediğin, her tür kalabalıktan gürültüden sıkıntıdan kaçıp sığındığın, her gece huzurla yastığa başını koyduğun evle ilgili tam bir hissizleşme.



Geçen gün (yine dan diye) farkettim ki, son zamanlarda şunlarla uğraşıyorum: "Ayy çay süzgecini kırmızı mı alsam mavi mi?.. O koltuk kılıfı bu çekyata uyacak mı yaa?Cık. Uymadı... Amaan o halının deseni çok tipsiz, öğk sermem ben onu oraya.. "



Hadi bakalım!.. İnsan evladı işte. Kaç sene geçmiş 17 Ağustos depreminin üzerinden. Yine evle, eşyayla haşırneşir olunuyor. "Aiiy ne ciciymiş, bu olsun" diye alınan 2 TL'lik kırmızı süzgeçle arada manevi bir bağ kuruluyor. 2 dk sonra deprem yada başka bi felaket olmayacağının, o süzgeçle belki hiç çay içemeyeceğinin garantisi yok ama sanki hiç bunlar olmayacak umuduyla yaşamaya devam ediliyor. Öyle de olmalı zaten. Yıkılınan yerde yıkıntıyla yıkılıp kalınmamalı. Ama aklın küçük bi köşesinde de durmalı olan biten. Artısıyla eksisiyle. En azından benimkinde duruyor, elimde değil. Sonra markette çay süzgeci alırken beyin birden tetikleniveriyor işte :)



Nasıl hüsranla biten her gönül macerasından sonra "nnartık sevmeyeceğimm, bütün kabahat benimmm" naraları atıp sonra o lafları bir güzel yutup yine ve yeniden seviyosan şaşkaloz gibi... Aynen öyle şaşkaloz gibi yaşamalısın. Kötü bir şey olmayacakmış gibi, umutla... Ama (hele hele böyle saçma sapan bi ülkede) her an her şeyin olabileceğini de aklın bi köşesinde tutarak... Hayatın detaylarından, çay süzgeçlerinin renginden keyif alarak, ama aslında çok da ciddiye almayarak...

14.07.2010

Torun torba


Dikkatimi çekti, başımızdan ne zaman absürd bi hikaye geçse "hahah ilerde torunlara anlatırız işte, fena mı?" diyoruz. E peki niye torun da çocuk değil?

Çocuğa anlatınca rezil mi olunuyor? Karizma mı çiziliyor? >>"Ouuuw ne manyak annem/babam varmış, düştü şimdi gözümden püüü rezil!"

Ya da yeterince disipline edemeyiz sıpayı diye mi korkuyoruz? >> "Bana ne bana neaa sen de saçını uzatmışın işte ben de uzatırımm!"

Ya da çocuğa hikayeler anlatmaya, onunla uzuun uzun konuşup koklaşmaya vaktimiz olmuyor da torunla daha bir muhabbetli olabiliyoruz ilerleyen yaşlarda, ondan mı?

Ya da gizliden gizliye hava mı atasımız geliyor el kadar çocuğa? >> "Bakma evladım şimdi zar zor yürüdüğüme, gençliğimde ne çılgındım ben dans pistinden inmezdim vuhuu!"

Ya da başımızdan geçenleri anlatırken bi yandan da içimizde kalanları, yapamadıklarımızı torun torbaya mı empoze ediyoruz satır aralarında? Çocuklarda denedik yaptıramadık, belki bunlar yapar hani..

O vakit varsayalım hikaye anlatasımız var. Ama çocuk yapasımız yok. Çoluk çocuk aşamasını atlayıp doğrudan torun torba sahibi olamaz mıyız? Daha eğlenceli. Hem de daha az sorumluluk yükleyici...

Şöyle bi fıkra vardı veya uyduruyor da olabilirim: Tren kazalarında en çok ölüm son vagonda oluyor demişler de "e o zaman son vagonu takmasınlar trene" demiş Temel.

Öyle bişey.

30.06.2010

Şu sesi hiç duymasam?


Herkesin gıcık olduğu standart seslerden bahsetmiyorum. Duvara sürülen tırnak sesi, tabağa sürülen bıçak sesi, korna sesi, araba alarmı, bebek ağlaması, elektrikli süpürge vs... Onlara gıcık olmak normal. Herkes olur. Hatta ben bunları çok da kaale almadan yaşayabiliyorum, gayet "amaaağn bana ne" diyebiliyorum. Benim kendi gıcığım, kimsenin duymadığı, fark etmediği, söylediğim zaman da "oha manyak mısın, onu mu duyuyosun" dedirten şeyler. Manyağım evet. Ses konusuna hassasım demek ki, napiym öyle doğmuşsam?! Kimisi dokunmatik doğar, kimi görsel, kimi de işitsel. Yapacak bişey yok.

Ayrıca güzel sesleri / müzikleri arayıp bulayım, dinlediğim güzellikleri size yayayım derken (al şekerim sen bu tarzı seversin diye az amme hizmeti yapıp kaset-cd-mp3 dağıtmadık) iyi hoş da, güzel olmayan sesleri duymayayım derken mi hoş değil? Yook yeeaa...

Top 5 sıralamam şu şekil:

1- Aşırı tiz kadın sesi

Dayanılır gibi değil. Vakti zamanında koroda altoyken bile sopranolar esas melodiyi söylerken kulak tıkayasım gelirdi kimi parçalarda. Ergenlik yaşlarındayken yanımda yamacımdaki kızların sesi cici cici kız sesiyken benimki hör hör çıkınca üzülmüştüm "allaam benim niye ince, narin, kız gibi bi sesim yok" diye ama şimdi yatıp kalkıp şükrediyorum o sese...
Hatta ortaokul müzik hocam "oklava gibi kızsın ama sesin/nefesin kuvvetli maşşallah" demişti. O zaman "hmm iyi bişi demek ki" demiştim. Duvara sürülen tırnak sesini dinlerim, tabağa sürtünen çataldan huylanmam ama sağdan soldan "viiiyyyk" diye hem ince hem de yüksek perdeden ciyaklayan bi kadın sesi gelmeyegörsün, tiken tiken olurum, o derece.

2- Ağız şapırtısı

Her nevi ağız şapırtısı. Korkunç. Yediği şeyin tadını iyice çıkarmaya çalışan, "yeme" eyleminden aşırı bir haz alan insanlar yapıyor gibime geliyor. Kendim yemeye düşkün olmadığımdan bilemiyorum tabii, nasıl bir histir. Ama ille şapırdatman gerekmez di mi canım kardeşim? Böylelerine şapırdatma dediğimde "ay amaan onu mu duydun" demeyiniz please. Geğirmek, gaz çıkarmak nasıl görgüsüzlükse, nasıl uluorta bunları yapmıyosanız, çiğnediğiniz şeyi de ağzınızın içinde tutunuz. Karşında benim kadar samimi olduğun bi insan değil de yeni tanıştığın, hatta mesela etkilemek istediğin bi karşı cins olsa ööyle rahat rahat "mıçmıç" edebilecek mi ağzın, yoksa daha dikkatli, sessiz sessiz mi yiyeceksin? Ha? Sorarım..

2.1. Ciklet çiğneme sesi (cak cak cak, ağız açık). Hatta ağzın içinde çıtınk çutunk diye minik baloncuklar patlatma sesi. Teknik beceri resmen, denedim yapamadım.
2.2. Sinemada patlamış mısır yeme sesi. Fazladan açıklama yapmaya gerek var mı?
2.3. Elma, armut gibi meyveyi ısırarak yeme sesi. Hele ofis gibi ortamlarda. (Elinde
elma ile ofiste ıssız bi köşe arayıp 'kimseyi rahatsız etmeden yiyecek yer bulamadım yahu' diyen duyarlı eski iş arkadaşıma selam olsun. Adamcağızı öpesim gelmişti oracıkta gözyaşları ile!)
2.4. Yine ağız açık cips yeme sesi. İlk ısırığı "kııuurrt" diye sesli yapmak keyifli oluyor heralde de... Bütün bi paket cipsi ağzın açıkken yemesen? (Film izlerken cips yiyişine ters ters baktığımda 'ama ağzımın içinde yiyorum cipsi daha napiiyym' diyen kankama da selam olsun:P ).

3- Ergen erkek çocuğu sesi

Sırf bu yüzden oğlum olmasın diyorum da başka bişey demiyorum. Zira ergenlik çağına gelince kendisini yatılı okula göndermek zorunda kalıcam. Yani yapacak bişey yok, o aşamadan geçecek her erkek evladı biliyorum ama o ne dengesiz, ne inişli çıkışlı ve çatlak bi ses, ne acayip bi dönemdir yarabbim?! Bi de üzerine standart ergen asabiyeti, isyankarlığı eklersen oooh tam ziyan.

4- Beş saniyeyi geçen çay karıştırma sesi

"Eridi o şeker kardeşim alooooooo!!Bi saattir boşa karıştırıyosun, kafan nerde, sen nerdesin, uyudun mu? Dünyadan çay karıştırgacına, hişt!" diyerek eline vurulası insanlar var hayatta.

İnce belli bardak güzeldir, iyi demli bi çay gibisi yoktur. Günün her saati çay içmeye varım. Hatta sabah işe giderken balkonun tekinden gelen hafif bi şıngır şıngır sesi pek cicidir. İnsanın gidip tanımadığı o balkon ailesiyle kahvaltı ve sohbet edesini getirir. Fakat burnumun dibinde bir çayı 10 dakika karıştıran insana da o kaşığı yutturasım gelir! O kadar. (Ah rahmetli Hidayet dedem, sen yaptın beni böyle. Kaşığını bardağa temas bile ettirmeden sakin sakin karıştırır, 3 hamlede erirtirdi şekeri).


5- Komşulardan gelen maç sesi

Artık komşun hangi takımlıysa, ona göre yandın. Biri Fenerli öteki Cimbomluysa ayrı yandın, iki kere beynin şişer. Hepsi Cimbomluysa bu da ayrı eziyet, dolby surround system dinlersin artık maçı alt komşu + üst komşu + sağdaki + soldaki oooh yandan yandan!.. Ve hatta karşıki Cafe'den. O da 4 + 1inci hoparlör oluyor sanırım :)
Hiç futbolla alakası olmayan ben bile ilk 11'i sayacak hale gelebiliyorum sezon sonunda komşular sağolsun...


Şimdilik ilk 5'im budur. Daha da devamı var. Bi 5'li paket daha yapıcam. Dedim ya, "pu konuda hassasum".

10.06.2010

Hö? Kuşağı


Yeni bir telefon aldım, eskisinin canı çıkmıştı artık. Yurdum insanının ayranı olmaz içmeye, iPhone'la gider gezmeye, sen hala şu kazmasal alete sadakat taslıyosun diyerek kendimi ikna ettim. IPhone insanı değilim, dokunmatik ekranlı hiç istemiyodum ama her zamanki gibi 7285 saatlik ince araştırmalar (fayda maliyet analizi, renk, tasarım, ağırlık, işlev, ot, çöp analizi...) neticesinde dokunmatik ve musikişinas bi alette karar kıldım, gayet içime sinerek...

Gel gör ki telefonla üç gün bakıştık!.. Dördüncü güne girerken bi silkindim. Eeeh diyip taktım sim kartı alete. Şimdilik sadece arama yapıp aramaya cevap verebiliyorum :) Bi mesajı yazıp göndermek de yarım saat alıyor. Sonra daha ne işlevleri varsa keşfederim artık. Ama itiraf edeyim, bi çekindim resmen aletten. Ebeveynlerimizin kuşağı cep telefonuyla ilk tanıştığında nasıl hafiften bi çekindilerse öyle hissettim, bunca yıldır kullanmama rağmen!..

Eskiden böyle değildim aslında. Alet edavata ilgiliydim, çabuk keşfederdim. Eve gelen her yeni zımbırtının kılavuzunu açar okur öğrenir, evdekiler şunu nasıl yapıcaz dediğinde kah kılavuzla, kah dürtükleyerek çözüverirdim... Şimdi üşeniyor muyum, gözümde mi büyütüyorum karar veremedim..

Neyse. Kendimle uğraşıp uzatmayayım da tümevarayım: Bizden sonraki nesil daha bir elinden emziği bırakmadan öteki eliyle mouse tuttu. Bizden önceki nesilse torun torba yaşına gelince ancak tanıştı cep telefonuyla, bilgisayarla.

Biz? Hem o hem o. Ya da, ne o ne o. Ne Asyalı ne Avrupalı ama aslında hem Asyalı hem Avrupalı "yalnız ve güzel ülkem" gibi arada kalmış bir nesil. Kimi kaynaklara göre X Kuşağına giriyoruz, sınırdan. Kimine göre hiçbirine. Bence de hiçbirine girmiyor olabiliriz aslında. Hatta kendimce "Hö? Kuşağı" demek istiyorum biz 79'lulara... Haydi +- 1 yılı da alayım hatrınız için.
(Kuşakları merak eden açsın internetten baksın lütfen, onu da yazarsam padişah fermanına döner burası. Baby Boomers ile başlar, X, Y, Z Kuşakları ile gider...)

Arada kalmış derken durumu dramatize edip olumsuz bakmıyorum aslında. Kıyısından teknolojiyi yakaladık, evrimini gördük. Evde kocaman bir teypten dinlerken kasetleri, walkman’imiz oldu İETT otobüslerinde, okul servislerinde. Çantamda ağırlığımca yedek kalem pil taşıdım, biter de maazallah müziksiz kalırım diye. Oradan Discman’e zıpladık, amman zıplatmayalım ki CD’mizi çizmesin diyerek.. Ömrü çok sürmeden MP3 çalarlara geçtik kapasitesince ağırlığı olan. Tabii müzik odaklı bi kişilik olduğumdan, onu baz alıyorum. Yoksa evrim süreci her yoldan anlatılabilir. Commodore 64’ü var bunun, ne bileyim tüplü siyah beyaz televizyonu var, transistörlü radyosu var, var da var…

Hoşuma gidiyor nitekim benim bu arada kalmışlık - en azından teknolojik açıdan. Ne bizden öncekiler kadar ödümüz kopuyor ve uzağız, ne bizden sonrakiler kadar bağımlıyız.

İstersek internetten gazete okuyup, istersek haftasonu gerçeğinden bir gazete alıp elimizde kahveyle haftasonu eki keyfi yapabiliyoruz. Alışverişimizi mağazadan DA yapabiliyoruz, sanal marketten DE, hangisi işimize gelirse. Taşınabilir ve bir sürü parça sığdırılabilir olduğu için i-podla Mp3 DE dinliyoruz, benim gibi ekstra meraklısı arşiv olsun diye hala CD DE alabiliyor. Arkadaşımızla dışarıda/evde buluşup iki çift laf DA edebiliyoruz, görüşemediğimiz hallerde internetten ya da cepten DE erişebiliyoruz. Dijital makinelerle bir gezide 850 fotoğraf çekip, bakıp bakıp eğlene-DE-biliyoruz, eski foto albümlerimize bakıp nostalji DE yapabiliyoruz, hatta dijitalleri bastırıp çerçeveleye-DE-biliyoruz. Bizden bir önceki nesli DE anlayabiliyoruz bir sonrakini DE...

Yine de arada bir ikisine de "Hö?" diyebildiğimiz için bu ismi uygun gördüm. Yeğenimin mesajına sesli harfleri ekleyemediğim için anlayamayıp "Hö?" dediğim de oldu, arkadaşımla telefonda konuşurken "telefon bir iletişim aracıdır, acil durumda kullanılır evladım kısa kes" diyen anneme "Hö?" dediğim de... Ben memnunum bu kıvamdan şahsen, her iki uçta da olmak istemezdim. Başka benim gibi hisseden var mı? Hö?